"Vergileme de sınıf mücadelesine dâhildir ve emekçiler mücadele etmedikçe 'halk ağır vergilerin altında eziliyordu' cümlesinin devamı gelmeyecektir."

Sınıf mücadelesinin muharebe alanlarından biri: Vergileme

Marx, “Fransa’da Sınıf Savaşları” adlı çalışmasında “köylü şeytanı resmetse onu vergi tahsildarı kılığında resmeder” der. Sahiden de kapitalizm öncesi/feodal toplumlarda vergi, ekonomik artığa el koymanın, yani sömürünün temel biçimlerinden biriydi; bu nedenle de tahsildar köylünün en büyük kâbuslarından birini oluşturuyordu. 

Henüz o zamanlar para ekonomisi gelişmediği için vergi nakdi değil ayni ödenmek durumundaydı; yani köylünün ürettiği ürünün, buğdayın, nohudun, mercimeğin vs. belirli bir kısmına doğrudan ve zor aracılığıyla el konulmaktaydı. Bu zorla el koyma nedeniyle tahsildara feodal devletin zor aygıtı da yani askerler de eşlik etmekteydi 

Kapitalizm feodalizmin yerini aldığında hem sömürünün hem de vergilemenin mahiyeti değişti. Kapitalizmde emeğin ürününe, yani ekonomik artığa zor aracılığıyla değil ekonomi içi mekanizmalarla el konuluyordu. Yani işçi emek gücünü satıyor ve bunun karşılığında bir ücret alıyordu; kendisine verilen ücret kapitalizmin doğası gereği asla yarattığı artı-değerden büyük olamıyordu ve sömürü de buradan kaynaklanıyordu. 

Vergilemede ise elbette ki para ekonomisinin gelişimiyle birlikte her şeyden önce ayni ödemelerin yerini nakdi ödemeler aldı, yani vergiler parayla ödenmeye başlandı. İlk baştaki tüketim vergilerine ise zamanla gelir, servet ve kazanç üzerinden alınan vergiler eklenecekti. Kapitalist toplumlar burada sınıf mücadelesinden kaynaklı karmaşık bir süreç yaşadılar. 

Yönetici sınıflar bir yandan vergilemeyi mistifize ederek yaygınlaştırıyorlar, yani tüketim maddelerinin fiyatlarına ekliyorlar, bordroda kesiyorlar, beyanname ile tahsil ediyorlar ve adeta doğallaştırıyorlardı. Öte yandan işçi hareketinin, sendikal mücadelenin ve sosyalist solun güçlenmesiyle birlikte devlet vergi yükünün belli bir bölümünü sermaye sınıfına yüklemeye mecbur kaldı. 

2. Dünya Savaşı sonrasında “sosyal devlet” ortaya çıktığında, vergileme sadece kamu harcamalarının finansmanı için kullanılan bir araç olmanın ötesine geçip “sosyal adalet” kavramıyla birlikte anılmaya başladı. Ancak 70’lerin ortalarından itibaren kapitalizm yeni bir kriz yaşamaya başlayınca devreye neoliberalizm sokuldu ve devletin küçültülmesi, sosyal devletin gereksizliği, sermayeden az vergi alınarak onun daha çok istihdam yaratmaya ve üretmeye teşvik edilmesi gibi söylemler egemen hale geldi. 

İşte o zamandan bu zamana sermayenin üzerindeki vergi yükünün hafifletilip halk üzerindeki yükün artırılmasının bazı ülkelerde hızlı, bazı ülkelerde yavaş ilerlemekle birlikte bir kaide haline geldiğini biliyoruz. Hızı ve yavaşlığı ise sınıflar arası güç ilişkileri ve mücadeleler belirliyor; işçi sınıfının her şeye rağmen örgütlü olduğu ülkelerde daha yavaş, örgütsüz olduğu ülkelerde ise daha hızlı…

Türkiye’de de aynı sürecin 12 Eylül’den beri devam ettiğini görüyoruz. Bir sermaye darbesi olarak 12 Eylül emek hareketinin ve solun üzerinden silindir gibi geçmekle yetinmedi, bütün düzenlemelerini de emek aleyhine/sermaye lehine yaptı ve vergileme de bunun dışında değildi.

12 Eylül’den bugüne Türkiye’de dolaylı vergi/dolaysız vergi oranlarında çubuk radikal bir şekilde ilkine doğru büküldü. Yani toplanan vergilerin yüzde 65’i tüketim üzerinden alınırken, sadece yüzde 35’lik dilim gelirden, servetten, kazançtan alınır oldu. 

Ama bu da yetmedi ve gelinen noktada gelirden, servetten, kazançtan alınan gelir vergisinin yüzde 92’si kaynakta tahsil edildiği ve bunun yüzde 62.3’ünün ise ücretli çalışanlardan alındığı bir tablo ortaya çıktı. Yani dolaysız vergilerin de çoğunu yine emekçi halktan tahsil eden bir düzen yerleşti. 

Peki ya kurumlar vergisi? İstisnalar, teşvikler, indirimler, uzlaşmalar, silinen borçlar ve aflar derken kazanılan paralara ve elde edilen kârlara kıyasla ortada gerçek anlamda bir vergi tahsilatı olduğunu, yani sermayenin vergi ödediğini söylemek mümkün değil. 

Holdingler, irili ufaklı şirketler, bankalar, bunların hepsinin çeşitli yöntemlerle vergiden kaçındığını, borsa, faiz, devlet tahvili kazançlarından da gerçek anlamda vergi tahsil edilmediğini biliyoruz, “Türkiye’den para kazanan neredeyse hiç kimse vergi ödemiyor, vergiyi sadece emekçiler ödüyor” dersek yanlış bir şey söylemiş olmayız bu yüzden.   

Tüm bunların nedeni ise sermaye sınıfının tepeden yürüttüğü saldırıya alttan yanıt verecek güçlü bir işçi sınıfının ve emek hareketinin yokluğu elbette. Sınıfın ve sosyalist solun zayıflığında, sermaye vergi alanında da istediğini aldı, vergi ödemez hale geldi. 

Şimdilerde vergi meselesi kamuoyunda daha yoğun bir şekilde tartışılıyor; çünkü Şimşek programının uzantısı olarak yeni bir vergi paketinin önümüzdeki günlerde açıklanacağı ve yürürlüğe gireceği biliniyor. 

Defalarca yazdık ama tekrar edelim; Şimşek programının özü Türkiye’nin sermaye düzeninin çıkarları adına halkın bilinçli bir şekilde yoksullaştırılmasıdır; sermayenin daha da semirmesi için emekçilerin kemerlerinin sıkılması da artık yetmemekte, boğazlarının sıkılması gerekmektedir. 

Bu nedenle de Şimşek programının uzantısı bir “vergi reformu”nun halkın lehine, sermayenin aleyhine olması mümkün değildir; bilakis bu “reform” dolaylı vergilerle dolaysız vergiler arasındaki orantısızlığa hiçbir şekilde müdahale etmeyecek, halkın sırtındaki vergi yükünü daha da artıracak, sermayenin silinen vergi borçlarını, istisnaları, teşvikleri, muafiyetleri gündemine almayacaktır.

Dolayısıyla Türkiye’de vergilemenin temel mantığı olan “halkın cebinden alınanın sermayenin cebine konulması” değişmeyecek, halktan vergi olarak toplanan paralar, sermayeden bilinçli bir şekilde vergi almak yerine borç alındığı için, alınan borçların faizine gidecektir. Halka ise bir kez daha dönülüp “bakın bütçede para yok, olsa vermez miyiz” denilecektir.

Burada Türkiye’nin sermaye düzeni açısından bir anormallik yok, düzenin normali bu. Anormal olan ise Şimşek programının bu kadar rahat bir siyasi atmosferde, yaprak kıpırdamaksızın yoluna devam etmesi. 

CHP’nin Şimşek programına topyekûn bir karşı çıkışı siyasetinin merkezine koymaması, hatta ona bir süreliğine kredi açması, emek hareketinin zayıflığı, sosyalist solun etkisizliği, toplumun sindirilmişliği… Birçok nedeni arka arkaya sıralayabiliriz ama böylesi bir kemer sıkma programının ancak darbe dönemlerinde görülebilecek bir rahatlıkla uygulanabiliyor oluşunun anormalliği üzerine düşünmek gerekiyor. 

Kuşkusuz sosyalistler, devrimciler kapitalizmin rehabilitasyonuna, kapitalizmde eşitliğin ya da adaletin mümkün olduğuna inanmaz ve bunun için mücadele etmezler, onlar açısından esas mesele düzenin değiştirilmesi, kapitalizmin ilga edilmesidir. Ancak asgari ücretten vergilemeye, sendikal haklardan düşünce ve örgütlenme özgürlüğüne uzanan bir genişlikte, sınıf mücadelesi kendisini gündelik mücadele biçimlerinin içerisinde var eder, sınıf da buradan örgütlenir. 

Emekçilerin üzerindeki vergi yükünün hafifletilmesi, sermayenin vergi yükünün artırılması, servet vergisinin bir tartışma başlığı haline getirilmesi, lüks ithalatın vergilendirilmesi talebi, temel gıda ürünlerinden KDV alınmaması, patronların silinen borçları, özelleştirilen kamuya ait şirketlerin eskisi kadar vergi ödememesi, tüketim üzerinden alınan vergilerin adaletsizliği… Tüm bu başlıklarla birlikte vergilemenin bizzat bir sömürü biçimi olduğunun halka anlatılması ve mevcut anormalliğe karşı mücadele edilmesi, bugün devrimcilere, sosyalistlere düşen en önemli görevlerden biridir. 

Vergileme sınıflar arası güç ilişkilerinin somutlaştığı ve sınıf savaşının gerçekleştiği alanlardan biriyse emekçiler, devrimciler, sosyalistler bu alanı boş bırakamazlar. Velhasıl vergileme de sınıf mücadelesine dâhildir ve emekçiler mücadele etmedikçe “halk ağır vergilerin altında eziliyordu” cümlesinin devamı gelmeyecektir.