Türkiye’nin sermaye düzeninin bekası adına halkın ekmeğinin gaspı anlamına gelen bu programın karşısına halkın ekmeğini halkla birlikte savunacak bir siyasetle çıkmak gerekiyor. 

Tasarruf paketi: Siyasal ve sınıfsal

Devlet bütçeleri siyasal metinlerdir ve siyasal olan her şey gibi sınıfsaldırlar. Bir bütçede gelirlerin hangi sınıflardan elde edildiği ve elde edilen gelirlerin hangi sınıflara harcandığı bize bütçenin sınıfsal özünü verir. O özü belirleyen ise sınıflar arası güç ilişkileri ve sınıf mücadeleleridir. Konjonktürel olarak güçlü olan sınıf bütçeye damgasını vurur.  

Günümüz Türkiye’sinde bütçelere dair esas hakikat, geniş halk kitlelerinden küçük bir azınlığa servet transferi yapılması, çeşitli mekanizmalarla halkın ürettiği zenginliğin sermaye sınıfının cebine aktarılmasıdır.

Bugün Türkiye’de bütçe gelirlerinin tamamına yakınını oluşturan vergilerin yükü neredeyse bütünüyle halkın sırtındadır. Servetten, kazançtan ve zenginlikten alınan ve “dolaysız vergi” olarak adlandırılan vergiler tüm vergi gelirlerinin yüzde 30’unu oluştururken, tüketimden alınan ve “dolaylı vergi” diye adlandırılan vergiler vergi gelirlerinin yüzde 70’ini oluşturmaktadır. Dolayısıyla holdingler, şirketler, patronlar elde ettikleri devasa kârlara rağmen doğru dürüst vergi ödememekte, açlık ve yoksulluk sınırının altında yaşayan milyonlar ise ağır vergi yükünü sırtlanmaktadır.

Dahası, dolaysız vergilerin de önemlice bir bölümü çalışanların sırtındadır; bunun için ise bordro mekanizması kullanılmaktadır. Beyanname esası üzerinden vergi verenler kırk çeşit yöntem kullanarak ya hiç vergi ödememekte ya da cüzi miktarda vergi ödemektedirler; ücretli çalışanlar, yani işçi ve memurlar ise vergilerini bordroları üzerinden peşin ödemektedirler.

Buna bir de faizden, borsadan, mevduattan, hazine bonosundan, devlet tahvilinden elde edilen kazançların ya hiç vergilendirilmediğini ya da cüzi miktarda vergilendirildiğini eklediğimizde tablo tamamlanmaktadır. Türkiye’de paradan para kazanmak vergiye tabi değildir, bu da finans kapitalin egemenliğinin en açık göstergelerinden biridir. 

Bütçe giderlerine gelince, oraya da damgasını vuran sermaye egemenliğidir. Bugün Türkiye’de kamu hizmetleri ve sosyal devlet harcamalarının bütçe harcamaları içerisindeki payı ABD ve Japonya gibi liberal ekonomilerin bile altındadır. Eğitim, sağlık, sosyal güvenlik, konut, tarımsal destek, bunlara bakıldığında Türkiye’nin gerçek anlamda bir sosyal devlet olduğunu iddia etmek mümkün değildir. 

Bütçenin aslan payı ise faiz ödemelerine gitmektedir. Çünkü sınıfsal bir tercih olarak bütçe açıklarını kapamak için sermayeden vergi almak yerine borç alınmakta, borçlar faizleriyle birlikte geri ödenirken de halktan toplanan vergiler kullanılmakta, böylece emekçilerden sermaye sınıfına bir servet aktarımı yapılmaktadır. Yani Türkiye’de bütçe kamusal ve sosyal bir nitelik taşımamakta, bir servet aktarımı mekanizması işlevi görmektedir. 

Türkiye ekonomisi şu an çok büyük bir krizin içerisinden geçerken bütçe de büyük açıklar veriyor; Şimşek’in ise bu açığı ne sermayenin üzerindeki vergi yükünü artırarak ne de faiz ödemelerini öteleyerek/azaltarak kapatma gibi bir niyeti var. Çünkü böyle bir tutum sermaye karşıtı emek yanlısı bir tutum anlamına gelir ki Şimşek’in hangi sınıfın temsilcisi olduğunu zaten biliyoruz. 

Peki bunun yerine önümüze konulan şey ne? Pazartesi günü açıklanan sözde tasarruf programı. 

Neden “sözde” diyoruz peki? Bunun çok basit bir nedeni var; karşımızda bütünüyle uygulansa dahi bütçe açığını kapatmak açısından devede kulak kalacak bir program var, birincisi bu. Ancak mesele basitçe ve sadece bu değil. Mesele bir kez daha sınıfsal; yani esas mesele tasarruf programının yükünün kime yıkıldığı.

Artık iktidar mensupları çift maaş almayacak, tavan maaş uygulaması gelecek, araç sayısı azaltılacak vs. diye sevinecek değiliz; bilakis “şimdiye kadar aklınız neredeydi, böylesine bir israf ekonomisinin hesabını kim verecek” diye sormamız gerekiyor. 

Tasarruf dedikleri şeyin bedelini ise eninde sonunda kamu çalışanlarına ve halka ödeteceklerini biliyoruz. Kamu çalışanlarının personel servisini kaldırmakla mı devlet tasarruf edecek? İnsanlar ay sonunu getiremezken, bütçelerine cüzi bir katkı anlamına gelen servis hakkının kaldırılması mı kapatacak bütçe açıklarını? 

Aynı durum lojmanlar için de geçerli elbette. Konutun sosyal bir nitelik taşımayıp bir rant aracı olduğu ve kiraların alıp başını gittiği Türkiye’de daha çok sosyal konut ve lojman yapılması gerekirken, lojmanların da piyasa mantığıyla satışa çıkarılacağı ya da kiralarının piyasa fiyatları düzeyinde belirleneceği söyleniyor ve buna da tasarruf deniyor.  

İstihdam meselesine bakalım. Deniliyor ki üç yıl boyunca kamuya sadece emekli olanların yerine alım yapılacak. Peki her yere açtığınız üniversitelerden her yıl mezun olan yüz binlerce genç ne yapacak? Nerede istihdam edilecek? Kamuya giriş sınırlı oldukça özel sektör bu yüz binleri köle emeği şeklinde istihdam etmeyecek mi? Bu sınırlama genç işsizliğini/üniversiteli işsizliğini patlatmayacak mı? Ülkede hala çok ciddi öğretmen, sağlık personeli, doktor açığı, kadro ihtiyacı yok mu? 

Tasarruf programının içerisine sıkıştırılmış “esnek istihdam” kavramı karşısında da uyanık olmak gerekiyor. Çünkü bu kavram aslında güvencesiz, taşeron, çalışanların kolaylıkla işten çıkarılabildiği bir emek rejiminin kapılarını açıyor ve bu kapı bir kere açılırsa köleci emek rejimi özel sektörle sınırlı kalmayıp kamuda da norm haline gelecek. 

Peki patronların doğal olarak çok beğendiği ve destek verdiği tasarruf paketinde sermayeye yönelik herhangi bir tasarruf tedbiri var mı? Elbette ki yok. 

Hazine garantili ve hedefi hiçbir şekilde tutturması mümkün olmayan projelere aradaki farklar ödenmeye devam edecek mi, elbette ki edecek. Yolcu garantili hava limanları, hasta garantili şehir hastaneleri, araç garantili köprü, tünel ve yollar… “Cebimizden bir kuruş çıkmadı” denilerek reklamı yapılan tüm bu projelerin hepsine milyarlarca liralık ödemeler yapılacak ve bu ödemelerin hepsi halkın cebinden çıkacak.

Sermayenin silinen vergileri, vergi teşvik, istisna ve muafiyetleri peki? Bunlarla ilgili herhangi bir adım var mı? Silinen vergilerin hiç olmazsa bir kısmını almak bütçe açığını kısmen de olsa kapatmaz mı?

Kapatır elbette ama iktidarın ve Şimşek programının sınıfsal karakteri buna izin vermez; bilakis bu vergiler alınmadığı gibi bütçenin “faiz dışı fazla” vermesi sağlanarak elde edilen fazla faiz ödemesi olarak patronların cebine girecek. 

Velhasıl, sermayenin üzerindeki vergi yükü artmadıkça halkın ödediği vergi daha da çok artacak. 19. yüzyılı anlatan romanlardaki “halk ağır vergi yükünün altında ezilirken tepedekiler lüks ve sefahat içerisinde yaşıyorlardı” sözü gerçeğimiz olmaya devam edecek. Servet vergisi gibi tartışmaların önü ise önce kendisine “muhalif” diyen holding profesörleri tarafından kesilecek.  

Şimşek programı, 12 Eylül’ü saymazsak, Türkiye’nin yakın tarihi boyunca izlenen kemer sıkma politikaları arasında böylesine rahat, böylesine pervasızca uygulamaya konulabilen tek program. Çünkü karşısında ne siyasal ne de toplumsal bir muhalefet var. Yürürlüğe girişinin üzerinden bir yıl geçmesine rağmen bu programın karşısına ne halkçı-kamucu alternatif bir program konulabildi ne de böyle bir program etrafında siyasal ve toplumsal muhalefet dinamikleri harekete geçirilebildi. Üstelik halk 31 Mart seçimlerinde programa yönelik tepkisini çok net bir şekilde göstermişken oldu bu.

31 Mart seçimleri halkın öfkesinin açık bir şekilde somutlaşması olduğu halde devreye hızla “normalleşme” edebiyatı sokuldu ve Şimşek köpeksiz köyde değneksiz gezmeye devam ederek programın devamı olan tasarruf tedbirlerini açıkladı. Muhalefetin “halkın gerçek tasarruf talepleri” adlı bir programı ise maalesef yoktu, bunun üzerine bir söylem ve eylem pratiğinin hayata geçirileceğine dair bir işaret de görünmüyordu.  

Ancak bunun için hala geç değil; kemer sıkmadan artık boğaz sıkma aşamasına geçen Şimşek programı en az bir yıl daha ana gündemimiz olmaya devam edecek. Türkiye’nin sermaye düzeninin bekası adına halkın ekmeğinin gaspı anlamına gelen bu programın karşısına halkın ekmeğini halkla birlikte savunacak bir siyasetle çıkmak gerekiyor. 

Somut talepler, somut hedefler, bu talep ve hedefleri toplumsallaştırmak, buradan bir siyasal hat çizip kitleselleşmek ve bir özne haline gelmek… Zor elbette ama imkansız değil.