"Türkiye’nin sermaye düzeni her dönem emekçilerden patronlara servet transfer etmenin bir yolunu bulmuştur ve şimdi de izlenen yol budur."

Şimşek programı 'çalışıyor', peki buradan nereye? 

Amiyane olmakla birlikte, açıklayıcı olduğu için sıkça kullandığım bir tabiri tekrar kullanacak olursam, Türkiye son yirmi iki yılda “seçim manyağı” bir ülke haline getirildi. Bu şaşırtıcı değil; çünkü AKP tarzı rejim inşa eden ve referans olarak “milli irade”yi gösteren partiler yollarına ancak kendilerini sürekli sandıkta onaylatarak devam edebilirler. 

Türkiye buna uygun bir şekilde son iki yılda iki önemli seçime gitti; seçimlerden ilki geçtiğimiz yıl yapılan 14-28 Mayıs cumhurbaşkanlığı ve parlamento seçimleri, ikincisi ise bu sene 31 Mart’ta yapılan yerel seçimlerdi. 

İki seçimin arasında bir yıldan daha az bir süre olsa da sonuçları itibariyle bakıldığında ortaya birbirinin neredeyse tamamen tersi bir tablo çıkmıştı. 14-28 Mayıs’ta iktidardaki ittifak hem cumhurbaşkanlığı hem de parlamento seçimlerini tartışılmayacak bir üstünlükle kazanırken, 31 Mart’ta ise muhalefet tartışılmayacak bir üstünlük kazanmıştı. Üstelik bu sefer ortada Altılı Masa, yani bir ittifak da yoktu; seçimin kazananı tek başına CHP’ydi. 

Peki böylesine kısa bir sürede ortaya böyle bir tablo çıkmasının nedeni neydi, ne olmuştu bu bir yıldan bile kısa olan zaman diliminde? 

Bu soruya vereceğim yanıtta, indirgemecilik riskini de göze alarak doğrudan her iki seçim öncesinde izlenen ekonomi politikalarına odaklanacağım. 

Nas’la 14-28 Mayıs seçimlerine 

Hatırlanacağı üzere iktidar 2021 yılının sonlarına doğru bugün akıllarda “nas politikası” diye kalan düşük faiz politikasını başlatmıştı. Bu süreçte faizler yapay bir şekilde aşağı çekildi ve hem döviz kurunun hem enflasyonun yükselmesi göze alındı. Bunun ise basit bir nedeni vardı; her ne pahasına olursa olsun çarkları döndürmek.

Ucuz faiz politikasıyla birlikte patronlar hem ucuz krediye ulaşabildiler hem de emek maliyetleri döviz bazında düştü; yani patronlar devlet eliyle ve halkın cebinden alınan vergilerle finanse edilirken, geniş halk kitlelerinin alım gücü düşürüldü, yoksulluk yaygınlaşıp derinleşmeye başladı. 

Patronlar açısından ucuz krediye ulaşmak ve emek maliyetlerinin düşmesi, işlerin büyümesi ya da belli bir seviyenin korunması ve bir iflas dalgasının yaşanmaması anlamına geliyordu; bu ise emekçiler açısından daha önceki iktidarları götüren “tencere”nin ekmek küçülse de kaynamaya devam etmesi demekti, çünkü böylece işsizlik ve istihdam belli bir seviyede tutulabiliyordu.

Ülke ekonomisi bu süreçte büyümeye devam etti ve iktisatçılar buna “yoksullaştıran büyüme” adını verdiler; ekonomi büyüyor, işsizlik belli bir seviyede kalıyor ama hayat pahalılığı artıyor, halk daha da yoksullaşırken sermaye sınıfı daha da zenginleşiyordu. 

Hayat pahalılığındaki artışın hızını anlamak için enflasyon artışındaki çarpıcı hıza bakalım. Erdoğan’ın “nas politikası”nı açıkladığı Kasım 2021’de enflasyon yüzde 21.3’ken hemen ertesi ay yüzde 36’ya, altı ay sonra yüzde 73.5’e ve bir yıl sonra ise yüzde 84’3’e yükselmişti. Yani sadece bir yıl içerisinde hayat pahalılığı -resmi verilere göre- dörde katlanmış, emeğiyle geçinen kitleler aşırı hızlı bir şekilde yoksullaşmıştı. 

Dolayısıyla 2022 yılı sonlarına gelindiğinde, yani seçimlere yaklaşık altı ay kalmışken, Türkiye’de ekonomi büyümeye devam ediyor ama bu büyüme gelir dağılımının alt üst edilmesi ve geniş halk kitlelerinin yoksullaştırılması sayesinde mümkün olabiliyordu. 

Peki nasıl olmuştu da buna rağmen Erdoğan ve Cumhur ittifakı seçimi kazanmayı başarmıştı? 

Bunun birden fazla nedeni var elbette ama ekonomiye baktığımızda gördüğümüz şudur: 2022 yılının Aralık ayında asgari ücrete 2023 yılının ilk yarısı için yüzde 54.6 zam yapılmış, böylece asgari ücretteki artış bir önceki seneye göre yüzde 100 olmuştu. Emekli ve memur maaşlarına yapılan zam ise yüzde 25 olarak belirlenmişti. Bunlara EYT düzenlemesinin çıkarılması, sosyal konut projesine başlanması, aile yardımlarının daha çok yoksul aileyi kapsaması ve muhalefetin alternatif bir program sunmaması eklendiğinde tablo tamamlanıyordu. 

Ancak unutulmaması gereken bir olgu daha vardı: 2022 biterken yüzde 85’e çıkan enflasyon, seçim ayı olan Mayıs’ta 39.5’a kadar inmişti, buna bağlı olarak da seçim sonuçlarını tahmin etmemizi kolaylaştıran Tüketici Güven Endekse 91’e yükselmişti; bu endeksin 90’ın üzerinde olduğu seçimleri ise AKP kazanıyordu. 

Peki sonra ne oldu, neden Erdoğan kendisine seçim kazandıran “nas politikası”nı terk etmek ve 31 Mart seçim yenilgisinin ana sebebi olan Şimşek programını kabul etmek zorunda kaldı? 

Bu elbette ki ekonominin gerçekleriyle ilgiliydi. Faizleri yapay olarak düşürdüğünüzde dövize talebin artıp kurun fırlaması kaçınılmazdı, bunu engellemek için elde bulunan tek araç ise Merkez Bankası’nın arka kapıdan döviz satışıydı. 

O süreçte 200 milyar dolara yakın döviz satıldı, Merkez Bankası rezervleri eritildi, kasa boşaltıldı ama bu sürdürülebilir değildi; çünkü ekonomi döviz yokluğunda hızla bir ödemeler dengesi krizine gidiyordu ve öyle bir durumda iktidar da o krizin altında kalırdı. 

Şimşek programıyla 31 Mart seçimlerine 

İşte tam da bu nedenle Şimşek iş başına getirildi ve kemer sıkma programı başladı. Son derece ironik bir şekilde enflasyonla mücadele adına her şeye zam yapıldı; çünkü enflasyonu uzun vadede düşürmenin yolunun talebi düşürmekten geçtiğine inanılıyordu ve bunun için de her şeyin daha pahalı hale gelip, halkın daha da yoksullaştırılması gerekiyordu.  

Yazının başında 2023 genel seçimleriyle 2024 yerel seçimlerini karşılaştırırken “iki seçimin arasında bir yıldan daha az bir süre olsa da sonuçları itibariyle bakıldığında ortaya birbirinin neredeyse tamamen tersi” bir sonuç çıktığını söylemiştik.

Peki bunun nedeni neydi? İşte ana neden izlenen kemer sıkma politikalarıydı. Şimşek 2023 Mayıs seçimleri sonrası göreve başladığında enflasyon yüzde 85’lerden yüzde 39’lara kadar düşmüştü. Oysa bunun üzerinden geçen 9 ay zarfında Şimşek programı enflasyonu patlatmış ve 2024 Mart ayında, yani seçimler yapılırken yıllık enflasyon yeniden yükselerek 65.5’e çıkmıştı. Bugün ise enflasyon %75’e yükseldi. 

Enflasyondaki bu hızlı yükselişe bir de Erdoğan’ın seçim meydanlarında Şimşek programına açık bir şekilde destek vermesi eklenince halk kemer sıkma programının boğaz sıkma programına dönüşeceğini gördü ve oyunu bu doğrultuda kullandı; 22 yıllık tarihinde AKP ilk kez seçimden ikinci parti olarak çıkarken CHP (SHP’nin 1989 yerel seçimleri zaferi sayılmazsa) 1977’den beri ilk kez birinci parti oldu. 

Seçimler bitti, AKP en ağır yenilgisini aldı ama “nas modeli”ne dönülmeyeceği, Şimşek programının yoluna devam edeceği görüldü. Asgari ücrete yapılmayacak ara zam ve memurlarla emeklilere yapılacak cüzi zam, bu devamın işaretleridir. Yüksek faiz patronların ucuz krediye ulaşmasını zorlaştırsa da onlara vaat edilen ucuz emek cennetinde yaşamaya ve enflasyon sayesinde yüksek karlar elde etmeye devam edeceklerdir.

Öte yandan Şimşek programı öncelikli hedefine ulaştı; yani Merkez Bankası rezervleri yeniden pozitif seviyeye çıktı. Çünkü sermayeye “nereden bulursanız bulun ama bulduğunuz dövizi getirip TL’ye çevirin, size yüksek faiz verelim, kurları da düşük tutalım, böylece yüksek faiz gelirleri elde edin” denildi. Dövizin haftalardır yatay bir seyir izlemesinin nedeni izlenen bu politikadır, Türkiye’nin sermaye düzeni her dönem emekçilerden patronlara servet transfer etmenin bir yolunu bulmuştur ve şimdi de izlenen yol budur. 

Buradan nereye? 

Bununla birlikte enflasyonun bu ay itibariyle zirveye ulaştığını ve gelecek aydan itibaren baz etkisi ve mevsimsel etkilerle kısmen de olsa düşüşe geçeceğini, yıl sonunda da 45’in altına düşme ihtimalinin hayli yüksek olduğunu görüyoruz. Erdoğan daha şimdiden gelecek yılın başından itibaren buradan yazacağı yeni başarı hikâyelerinin hazırlığını yapıyor belli ki.

CHP ise kendisine seçimde verilen oyun esas nedenini bilse de ona uygun bir siyaset izlemiyor; çünkü ruhu itibariyle Şimşek programıyla bir derdi bulunmuyor, piyasacılığı tek seçenek olarak görüyor. Yapılan “tematik mitingler”, aslında hepsi aynı yerden, yani Şimşek programından kaynaklanan sorun başlıklarını bilinçli bir şekilde birbiriyle ilişkilendirmiyor, mitinglerde yapılan konuşmalarda ise “normalleşme”nin de etkisiyle ne Erdoğan ne de Şimşek programı hedef tahtasına konuluyor. Dolayısıyla da ortaya bütünlüklü bir mücadele çerçevesi ve stratejisi çıkmıyor. 

(Asgari ücrete ara zam yapılmaması kesinleşirse yaşanabilecekleri ve CHP’nin nasıl bir tutum alacağını ise hep birlikte göreceğiz.) 

Netice itibariyle, sosyalist solun ve emek hareketinin zayıflığının da büyük katkısıyla, Mehmet Şimşek ülke tarihinin en itirazsız kemer sıkma programını uyguluyor; programın karşısına kimse bütünlüklü bir alternatif program koyup, bunun üzerinden toplumsal muhalefet dinamiklerini harekete geçir(e)miyor. 

Buraya doğru bir adım atılabilmesi için önümüzde çok yakıcı bir asgari ücret ve memur/emekli maaşları başlığı var: Bütün bir toplumsal muhalefetin ve sosyalist solun asgari ücreti ve maaş zamlarını ana gündemi yapması, kampanyalara girişmesi, bunun üzerinden bir toplumsallık yaratması ve Haziran-Temmuz ayları boyunca siyasetin temel tartışma konusu haline getirmesi gerekiyor. 

Atılacak bu ilk adım yeni bir toplumsal muhalefet dalgasının yükselmesi için de bir çıkış şansı olabilir çünkü.