Onlara göre Albayrak ve Nebati dönemlerinde uygulanan düşük faiz politikası bir yol kazasıydı. Oysa sermayenin düzeninde yol kazası olmaz; onun da bir mantığı vardı. Şimdi daha iyi anlaşılıyor.

Şimşek gibi program

Garip bir dönemi yaşıyoruz. O kadar garip ki, bir tekerrür hissi yaratıyor. Bir bakan var, uluslararası sermayeyle arası iyi diye bakan yapıldı. Hatta işin açığı parayı bulsa bulsa o bulur diyerek bakan yapıldı. Şimdi devletin resmi verileri gösteriyor ki, istenilen kadar olmasa da, bulmuş parayı. Bakan yabancı sermaye gelsin de rahatlayalım diye bir program açıkladı. Adı program, kendisi değil. Biz iktisatçılar program deyince eşkem köşkem, iç tutarlılığa sahip, araçları ve amaçları iyi tanımlanmış ve görece gösterişli hedeflere sahip bir planı anlarız. Üstelik bu türden bir planın tekli değil çoklu amacı olur. Hattı zatında Şimşek’in programı, program değil, günü kurtarma adımı. Sistematik değil semptomatik tedavi amacını taşıyor. Gerçi onu da becerebilmekten uzak.

İlginç olan, Albayrak ve Nebati dönemlerinde uygulanan politikalara veryansın eden liberal burjuva iktisatçılarının kutsama, yakarma ve güzelleme arasında gidip gelmeleri. Onlara göre Albayrak ve Nebati dönemlerinde uygulanan düşük faiz politikası inattan kaynaklanan bir yol kazasıydı. Oysa sermayenin düzeninde yol kazası olmaz; onun da bir mantığı vardı. Şimdi daha iyi anlaşılıyor.

O dönemde yüksek kur ile düşük faiz birkaç amaca birden hizmet ettiler.

Birincisi, ithalatı sürdürebildikçe sermaye içeride kredi patlamasıyla realizasyon (satış) sorununu çözdü.

İkincisi, yüksek kurun tetiklediği enflasyon kâr açlığını depreştirdi ve ekonomik düzenin bir ormana dönüşmesini fırsat bilen sermaye ve mülk sahipleri emekçilerden, yoksullardan hamutuyla değer aktardılar.

Üçüncüsü kamunun döviz kaynakları düşük faizle ve maliyetle pervasızca sermayenin erişimine açıldı ve özel sermaye kendi yabancı para yükümlülüklerini karşılayabildi ve hatta borcunu azalttı (veriler kamu borç stokundaki artışa özel borç stokundaki azalışın eşlik ettiğini gösteriyor). Böylece sermayenin borcunu biz halk olarak yüklendik, sermayenin borcu kamusallaştırıldı. Ne güzel değil mi?

Dördüncüsü, kamu kaynaklarının özel sektörün emrine amade kılınması ve sağlanan diğer beleş kolaylıklar sermayenin sadece realizasyon (satış) sorununu değil bilanço dengesizliği sorununu da çözdü (en azından bir vakit için).

Beşincisi, tetiklenen enflasyon sonucunda ortaya çıkan özel sermayenin fiyatlama davranışı kâr miktarını arttırmasına ve yükümlülüklerinin bir bölümünü de bu kanaldan karşılamasına yol açtı. Son olarak düşük faiz ve sürekli yükselen kur garip bir yağmaya daha yola açtı; özellikle büyük sermaye ve mülk sahipleri düşük faizden TL ile borçlandılar ve bu kredileri değerlenen dolara yatırdılar. Bu da dolarizasyon tehlikesini arttırdı. Bu gerçek bir ilkel birikim süreciydi, halk kaybetti, zenginler kazandı.  

Peki ama dönem yüksek faizden ve getiriden nemalanan finansal sermayenin dönemiydi, nasıl oldu da parazitik finansal sermaye bu programa razı geldi? Aslında tam da gelmedi. Yabancı sermaye girişleri hem bu programın hem de pandeminin etkisiyle durma aşamasına geldi. Dahası bu durumu kötüleştirecek başka faktörler de işin içine girecekti ki bu azgın program servet ve sermaye sahiplerine aktarımın yeni bir yolunu buldu; KKM. Böylece kurun artışı bir nebze olsun engellendi ve dahası kamu bütçesinden servet sahiplerine muazzam bir kaynak aktarılarak belirli bir miktarda yabancı paranın içeride kalması sağlandı (ama ne pahasına?). Bu arada Türkiye kapitalizminin sınıfsal özü kendini bir kere daha ayan beyan ortaya koydu ve pandemide gelişmiş ve hatta azgelişmiş kapitalist ekonomilerde üretim düşerken biz emekçilerimizi fabrikalara göndermeye devam ettik. Sonuçta bu dönemde bilcümle kapitalist dünya üretimi kısarken biz onların boşalttığı pazarlara mal satalım diye emekçilerimizi salgın hastalığın kucağına attık. Dahası ulusal paramız hızla değer kaybettiği için ihraç emtiamızın değeri dipleri gördü. Gerçi enflasyonist süreç bu avantajı bir dereceye kadar yok etti ama eninde sonunda ihracatı 2020’de 170 milyar dolar civarından 2022’de 254 milyar dolara çıkardık. Ama hemen sevinmeyin, Türkiye kapitalizminin üretimin ithalata bağımlılığı dolayısıyla ithalat da aynı dönemde 220 milyar dolardan 364 milyar dolara çıktı. Böylece 84 milyar dolarlık bir ihracat artışını ancak 144 milyar dolarlık bir ithalat artışıyla becerebildik. Hep aynı hikaye. Ama bu bonanza intihar programı sonsuza kadar sürdürülemezdi pek tabii ki. Nitekim 2023’teki yıkıcı depremin de etkisiyle programın sonu geldi. Programın emekçi ve yoksul kesimler aleyhine tüm sonuçlarına rağmen genel seçimleri kazanan Erdoğan ve ekibi ekonominin yönetimine bir kez daha uluslararası sermayeyle içli dışlı olan Şimşek’i getirdi. Şimşek, ve merkez bankası başkanları kapı kapı dolaşıp para aramaya başladılar çünkü sıcak para girişi ihtiyacı çok acil ve yakıcı bir hale gelmişti.

Böylece faiz artışları geldi. Ancak bu arada zaten yok hükmünde olan asgari ücrete zamlar da geldi. Kısa bir sürede %100’e yakın zam ile birlikte işveren dünyası ve sözcüleri feryat figan ortalara döküldüler. Aslında Türkiye’de asgari ücret geçerli ücret demektir; ücretlilerin %60’a yakını zaten asgari ücret almaktadır. Böylece ortalama ücret birden hızlı bir artış gösterdi. Ama sayılara inanmayın, son geldiği nokta, 17 bin, bir de iki lira, aslında bir aileyi değil yoksulluk lanetinden, açlık tehlikesinden bile kurtaramıyor. Ancak işte bu adım Şimşek’in emek düşmanı anti-enflasyonist karşı atağı için gerekli kozu sağlamış oldu. Böylece yüksek faiz-düşük ücret-düşük kamu harcamaları üçlüsü yeniden hayatımıza girmiş oldu. Çok alkışlandı bu programa benzemeyen program. IMF direktörlerinden iş dünyasına kadar bilcümle zevat ekonomik rasyonalite yeniden hakim kılındı diye bayram ettiler. Şimşek’in “local"leri ikna etmesine de gerek yoktu, neticede elimizdeki oldukça örgütsüz, direniş damarları tıkanmış bir toplumdu. 

Yabancı sermaye girmeye başladı 2022 ile beraber. Sıkıcı olacak ama tekrarlayalım. Türkiye ekonomisi bir uyuşturucu madde bağımlısının uyuşturucuya bağımlı olduğu gibi bağımlıdır yabancı sermayeye. Girince hızlı büyür, girmezse yavaş. Girince en azından kısa vadede iyi görünür, girmezse kötü. Dahası bu bağımlılığın derecesi de AKP döneminde artmıştır. AKP'li ilkel birikim döneminde öncekine nazaran oransal olarak aynı büyüklükte etkinin ortaya çıkabilmesi için daha çok yabancı sermayenin girmesi gereklidir. Bu tam da bir bağımlılık ilişkisidir işte; giderek daha fazlasına ihtiyaç duyarsınız. 

Ancak bizim zavallı azgelişmiş bağımlı kapitalizmimiz için yabancı sermayenin varlığı bir dert yokluğu bir yaradır; ya da yokluğu bir dert varlığı bir yaradır. Usta muhalif solcu iktisatçılar defalarca açıkladılar, yabancı sermayeyle ilgili Türkiye yarıçapı sürekli genişleyen bir sarmala sıkışmış durumdadır.

Silsile şöyle işlemektedir:

Yabancı sermaye girişi – TL’nin değerlenmesi – cari açıkta büyüme ile birlikte büyüme – risk artışı ve yabancı sermayenin risk algısında kırmızı alana geçiş – sermaye akımlarının durması ve tersine dönmesi – TL’nin değer kaybı – Yüksek faiz, yüksek kur – Üretimde, istihdamda düşüş – Yabancı sermayeye ödünler – Daha yüksek faiz, daha yüksek kur – yabancı sermaye girişi (Burada tekrar başa dönüyoruz, ancak süreç bu defa daha büyük bir boyutta işliyor).

Şu süreci sermayenin karşı devrimiyle birlikte yaşamaya başlayan Türkiye kapitalizmi sarmaldan bir türlü çıkamıyor. İşin kötüsü burada sistemin kaderi küresel kapitalizmin ritmine ve yaratacağı likiditenin büyüklüğüne bağlanmıştır. Bu silsilenin frekansı bazen daralıyor bazen uzuyor. Albayrak ve Nebati bu silsileye kısa bir mola verdiler ancak o da yine sermaye için atılmış bir adımdı.

Bu arada emek açısından ilginç bir duruma da işaret etmek gerekiyor. Sermaye girişlerinin başlamasıyla birlikte üretim ve istihdamda artışlarla birlikte gelir dağılımında emek aleyhine işleyen süreç ya duruyor ya da emek gelirleri lehine abartılmayacak küçük bir gelişme oluyor. Nitekim 2023 ile 2024’ün ilk çeyreğinde böyle bir gelişme yine ortaya çıktı (burada asgari ücrete yapılan zammı unutmayalım). Ancak bu geçici bir iyileşmedir; sermayenin “rasyonel” programı bu gelişmenin acısını fena çıkarır genelde. Nitekim Şimşek’in şimşek gibi atılgan programı görünen o ki bu kısa teneffüsü bitirecek. 

Şimşek’in programsız programı üç ayak üzerinde durmaya çalışıyor. Ücret artışlarının sınırlandırılması, görece yüksek faiz, kamu harcamalarının kısılması. Böylece enflasyon düşürülecek ve yüksek faiz ile birlikte yüksek getirili finansal çılgınlığa geri dönülecek. Aslında bu başlamış gibi, Türkiye’nin uzun vadeli borçlanma kağıtları şu aralar dünyada reel getirisi en yüksek yatırım araçlarından, kısacası küresel finansal sermayeyi sevindirmeye başlamışız bile (bedeli kamu dış borç stokunda artış). Kamu tasarruf tedbirleri ise özellikle memur kesimine bir darbedir. Şimşek’in şekilsiz programının bir sermaye atağı olduğu buradan da belli. Tasarruf diye fukara memurun servisine göz dikmişler, bir de atanmayı bekleyen memur adaylarının umutlarına. Garantili KÖİ'lere yapılan ödemlerde bir kısıntı yok, üç beş maaş alanlara göz boyama kavlinden bir üst sınır getirilmiş. Geçtik bunları, vergi harcamaları denilen ve ödenmesi gereken vergilere getirilen muafiyet ve istisnaların toplamı 2024 yılı için 2,2 milyon lira ve bunun büyük bir bölümü sermayeye kıyak. Sermaye vergi vermesin diye memurlar servise binmesin; Şimşek programının özü budur. 

Ücret baskılaması ise daha açıktan ifade ediliyor. Temmuz’da asgari ücrete zam yapılmayacağı açıklanmıştı, şimdi gözler memur ve emekli maaş zamlarında. Emeklilere bir şey verilmeyeceği de açıklanmıştı. Sermayeye var, emekliye yok. Zavallı ana muhalefet liderini bile bütçede para yok diye emekliye veremiyoruz martavalına inandırmışlar. Ne demek lazım? Bu arada bir taraftan bir enflasyonu düşürme programı uyguluyorlar, diğer taraftan daha şimdiden elektrik ve doğal gaz gibi temel gereksinimlerin fiyatlarına zam yapılacağı söyleniyor. Şimşek programı tam da böyle bir şey işte. 

Herkes yazdı biz de bir kere daha tekrarlayalım, enflasyonist sürecin sorumlusu emekçilerin ücretleri, toplumun ve kamunun talebi değildir. Bu enflasyon bir taraftan Türkiye kapitalizminin yapısal kısıtlarından kaynaklanan bir kur şokunun (ki bir kur şokunun etkisi bir ya da iki yıla kadar sürmektedir) diğer taraftan ise yine pek çok muhalif iktisatçının yerinde bir şekilde tespit ettikleri üzere kapitalist firmaların ortamdan yararlanarak kârlarını arttırma güdülerinin eseridir. Oysa standart sermaye programı yıllardır aynı teraneyi gevelemekte ve aynı reçeteyi önümüze getirmektedir. Gerçekten yıllardır uygulanan başarısızlığı defalarca tescil edilmiş bir politikayı yeniden hayata geçirmek için bir Şimşek’e ihtiyaç var mıydı? Şimşek gibi bir program için Şimşek’e ihtiyaç vardı kuşkusuz. Sorun ne ücretlerdir ne de çalışan sınıfların tüketim talebi. Gücünüz yetiyorsa iyice şımarıklaşan sermayeyi terbiye edin demezler mi?

Şimdi yabancı sermaye geliyor, ama ne pahasına? Arkadaşım, dostum Özgür Orhangazi yabancı sermayenin geldiğinde ne türden sorunlar yaratacağını, ne türden sıkıntılara yol açacağını çok güzel anlatmış.1 Dahası onun hesaplamalarına göre hep gelenden bahsetmek yanlış, gelen ile giden arasındaki fark çok düşük, yani aslında gelir gibi göründüğünde bile hamutuyla götürmüş dışarıya.

Peki Şimşek gibi program ne getirecek? Bunu öngörmek zor değil. Yüksek faiz, düşük reel ücret ve özellikle çalışanlara ve yatırıma yönelik kamu harcamalarındaki düşüş eninde sonunda durgunluğa yol açacak (ki emareler başladı bile, ithalatta yavaşlama var, bu üretimin düşüşüne delalet ediyor). Bu arada gelir dağılımı sermaye lehine daha da bozulacak. Ayrıca enflasyon da kolay düşmeyecek çünkü faili yanlış yerde arıyorlar. Yabancı sermaye bir süre daha gelecek, belki de artarak gelecek (kırmızı halı serdiler ya) ama gelen sermayenin içinde borç yaratan türden sermaye aratacak. Kamu (ve özel sektör borçluluğu) yükselecek (ki bir süredir yükseliyorlar zaten). Böylece daha önce yaptığımız tespit ne yazık ki bir defa daha kanıtlanacak: Türkiye kapitalizmi artık hareket eden, yürüyen ve yürüdükçe irileşen yapısal bir krizdir. Şimşek programı da yarını, en fazla öbür gün öğleden sonrasını kurtaracak; ancak sonra gelecek olan çöküntüye uygun bir ortam yaratacak. İktisatçılık sanıldığı kadar zor bir iş değil azizim.

  • 1. Özgür Orhangazi, “Türkiye ekonomisinin havuz problemi”, 23 Mayıs, 2014, Türkiye ekonomisinin havuz problemi * (ozgurorhangazi.com).